to touch |
dokunmak |
to feel |
hissetmek |
rough |
pürüzlü |
smooth |
pürüzsüz |
My skin feels rough.
Cildim pürüzlü hissettiriyor.
numb |
uyuşmuş |
sensitive |
duyarlı |
My foot is asleep. I can't feel a thing.
Ayağım uyuştu. Hiçbir şey hissedemiyorum
My hands are tingling.
Ellerim karıncalanıyor.
to stare |
bakmak |
to glance |
bakış atmak |
to squint |
gözlerini kısmak |
to blink |
göz kırpmak |
to wink |
wink için |
It's not polite to stare.
Dik dik bakmak hoş değildir.
Roger glanced at the mysterious woman.
Roger gizemli kadına baktı.
blind |
kör |
color blind |
renk körlüğü |
eyesight |
görme yeteneği |
vision |
vizyon |
far-sighted |
hipermetrop |
short-sighted |
miyop |
We were blinded by the intense light.
Biz yoğun ışık yüzünden kör olmuştu.
My vision is 20/20.
Görüşüm mükemmel.
About 8 percent of males are color blind.
erkeklerin yaklaşık yüzde 8'i renk körüdür.
She has really poor eye-sight. Without her glasses she can't see a thing .
Onun görme gücü cidden çok kötü. Gözlükleri olmadan hiçbir şey göremiyor.
visible |
görünür |
invisible |
görünmez |
bright |
parlak |
dim |
loş |
light |
aydınlık |
dark |
karanlık |
The search party squinted in the bright sun.
Arama ekibi parlak güneşin altında gözlerini kısarak baktı.
deaf |
sağır |
deafness |
sağırlık |
hard of hearing |
ağır işiten |
hearing-impaired |
işitme engelli |
Grandpa is a little hard of hearing.
Dedem biraz ağır işitir.
His hearing is very acute
Onun işitme yeteneği mükemmel.
silent |
sessiz |
silence |
sessizlik |
quiet |
sessiz |
loud |
yüksek sesle |
soft |
yumuşak |
deafening |
sağır eden |
audible |
duyulabilir |
She can't bear silence.
O sessizliğe tahammül edemez.
Speak softly. We're in a library.
Alçak sesle konuş. Kütüphanedeyiz.
The sound of the explosion was deafening.
Patlamanın sesi sağır ediciydi.
The radio was barely audible.
Radyo zar zor duyuluyordu.
He's out of earshot. He won't be able to hear you.
<U>işitme menzili</u> dışında. Seni duyması mümkün olmayacaktır.
odor |
koku |
scent |
koku |
smell |
koku |
stink |
pis koku |
stench |
pis koku |
fragrance |
(güzel) koku |
BO (body odor) |
VK (vücut kokusu) |
to smell |
koklamak |
to stink |
kötü kokmak |
That smells wonderful.
Bu harika kokuyor. <BR>
That smells bad.
Bu kötü kokuyor.
You smell.
Sen (kötü) kokuyorsun.
What's that smell?
Bu koku da ne?
That stinks.
O (iğrenç) kokuyor.
His socks are stinky.
Onun çorapları kokuşmuş.
The stench of the sewer drifted over to our table.
Kanalizasyon kokusu bizim masaya kadar geldi.
People can usually identify the scent of their spouse.
Insanlar genellikle eşlerini kokusunu tanıyabilir.
Food : Taste (Yemekler & Tat)